İstanbul Kent Tarihi – Le Corbusier’in İstanbul’u
Esas adı Charles-Edouard Jeanneret olan ve modern mimarinin kurucularından Le Corbusier henüz 24 yaşında iken bir “Şark” yolculuğuna çıkar. Corb’un gerçekleştirdiği bu seyahat, dünyanın doğu ve batı olarak iki eksen üzerinden okunduğu 20. yüzyılın başlarında Avrupa’dan yola çıkarak gerçekleştirdiği 7 aylık bir Voyage D’Orient- Doğu’ya Yolculuk’tur. Le Corbusier, gezisinde notlar alıp gözlemlerini yazar, bulunduğu şehirlerin skeçlerini çizer ve yeri geldikçe sert üsluplarla eleştirir, bazen ise “görmek istediklerini gördüğünü” belirtir. Şark Dünyası’nda gördüğü her batılılık emaresi onda bir hayal kırıklığı oluşturur çünkü Le Corbusier’in zihninde her batılılık emaresi Doğu’nun sahip olduğu büyüyü bozmaktadır. Ünlü mimarın Doğu’su Macaristan’da başlar, Doğu’nun bittiği nokta ise kendisinin de hayran olduğu, hatta tapmaya geldiği İstanbul’dur.

Le Corbusier’in eskiz defterinden İstanbul Silüeti
Le Corbusier İstanbul’a Edirne ve Tekirdağ üzerinden gelirken kendisini hazırlamış ve görmek istediklerini zihnide çoktan kurmuştur. Kendisi bu şehre “tapmaya geldiğini” söyler, ancak şehri ilk gördüğünde beklentilerinin çok altında bir manzara ile karşılaşır ve hayal kırıklığına uğrar. Zihnindeki ilk İstanbul portresi tertemiz, beyaz minareleri ve berrak suları ile parlayan bir şehirdir ancak geldiği gün itibariyle yağmurlarla çamurlaşmış, gri bulutlarla kubbeli silüetinin örtülmüş olduğu bu İstanbul karşılar onu. Aynı zamanda geldiği ilk yer olan bölgenin bir Levanten bölgesi olan Pera olması itibariyle etrafında gördüğü Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar ile ciddi bir hayal kırıklığına uğramıştır. Yine de bu ilk andaki düşüncelerine yenik düşmemeyi tercih eder, yerine bir süre İstanbul’da kalmaya ve şehir hakkında gözlemler yapmaya devam eder. Le Corbusier bir anlamda da Avrupa’dayken edindiği İstanbul imajını görmek için gayret eder ve kaldığı süre boyunca bu imajı arar.
Pera’da konaklayan Le Corbusier aslında tam olarak İstanbul’da kalmadığının farkındadır. Nitekim eskiden bir Ceneviz kolonisine ait olan ve zamanla da Avrupalı Levantenlerin yoğunlukta yaşadığı bu bölge Suriçi İstanbul’unu uzaktan izleyen bir konumdadır ve çok daha farklı bir kentli kültürüne sahiptir. Le Corbusier de bir Avrupalı ve İstanbul’a dışarıdan gelen bir “izleyici” olarak konakladığı bölgenin farkındadır. Zira Pera’dan, “Dominolar gibi yukarı doğru uzayan binalarıyla New York’un cazibesiyle yoğrulmuş bir şehir” olarak bahsetmiştir. Pera’nın dar sokakları, sıkışık bir biçimde inşa edilmiş taştan evleri, yer kaplamaması için bir ağacın bile ekilmediği ufak alanları, mimarın gözünde taş yığınından oluşmuş ve soğuk bir semt imajı çizmiştir. Le Corbusier Pera’yı İstanbul’a ait olarak düşünmemiş ve notlarında Pera’yı İstanbul’u izleyen bir yabancı olarak nitelendirmiştir.

Siena – Roma – İstanbul – Pera çizimleri
Le Corbusier Suriçi, Beyoğlu (Pera) ve Üsküdar’ın ne kadar ayrı olduğunu gözlemlemiştir. Yine de “Birbirlerinden vazgeçemeyecekleri düşüncesindeyim, kimlikleri hiç mi hiç benzemiyor birbirlerine, ama gene de birbirlerini tamamlıyorlar. Pera, İstanbul, Üsküdar, bir teslis!” diyerek o dönemler bir Avrupalı nazarında şehrin inanılmaz derecede kozmopolit, karma ve melez yapısına dikkat çekmiştir.
Le Corbusier notlarında kentin geleceğini “İstanbul’u eninde sonunda mahvedecek felaket modern zamanların ilerleyişidir. İstanbul ölecek. Bunun sebebi ise o daima yanıyor ve baştan inşa edilmek zorunda kalıyor.” şeklinde ifade etmiştir. Nitekim 1911 yılında gerçekleşen Aksaray yangınına şahit olmuş ve şehrin ahşap binalarının bir anda nasıl yanıp kül olduğunu görmüştür. Le Corbusier yangınlarla tamamen temizlenen sokakların; bu sokaklarda baştan inşa edilen evlerin yeni mimari yapılarını eleştirir. Evlerin çarpıklığını Avrupalı sigorta şirketlerinin, özellikle Alman olanlarının iş bilmezliğine bağlar. İstanbul’un her daim yeniden ve yeniden inşa edilmesi zorunluluğunun bir şehir belleği inşa ederken şehir hafızasına ne kadar zarar verdiğinin farkındadır. Evleri yanan insanların tepkilerindeki sükutu ve alelade bir şekilde hayatlarına devam etmelerini ise anlamsız şekilde tuhaf bulur.
“Türkler büyük bir ciddiyetle seyrediyorlar yangını; kahveler meydanlara taşmış, ağaçlar da, gök de zincirinden boşanmış, uçup duran köz parçalarından ancak koruyabiliyor insanı. Sokak satıcıları şerbetlerini, dondurmalarını, meyvelerini satıyor. Büyük bir tiyatrodaki, duyulmadık bir gösteriyi andırıyor her şey; ne var ki, olup bitecekleri bildiği ve de zaten hiçbir şey ilgisini çekmediği için, bıkkın bir kitle seyrediyor bu gösteriyi. İstanbul yüzlerce yıldır yanıp duruyor zaten.”
Bunları yanında Le Corbusier İstanbul’un modernleşme çabasını iğrenç bulur. Boğaziçinde yeni yapılmış saraylara büyük bir antipati ile yaklaşır ve şehrin dokusunu bozduğunu düşünür. “Ey Jön Türklerin ülkesi, ilk eserlerin bunlar mı?” diyerek İttihat Terakki’nin mimarideki modernleşme çabalarını küçümseyici bir dille eleştirir. Le Corbusier, modern mimarinin belki de en önemli figürü, İstanbul’daki modern sayılan mimari eserleri “Jön Türk mimarisi” olarak adlandırıp şehrin ruhunu bozduğunu düşünür ve küçümser.
Le Corbusier’in İstanbul’u açık tonlarla bezenmiş camilerden ve kentin tepelerinden yükselen minarelerden ibarettir. Pera’da konaklarken ünlü mimarın gözüne ilk çarpan bu olmuştur, tepelerde camiler vardır ya da camiler birer tepedir. Adeta İstanbul’un mimari dokusudur bu camiiler. Tarihi Yarımada ve Suriçi’ndeki geniş avlulu ahşap evleri över. Uzaktan bakıldığında yemyeşil görünen bu kenti önce beğenisine yediremez, ona göre şehir denilen mefhum bağlık ve yeşillik bir yer değildir. Yine Le Corbusier nezdinde İstanbul’un bir özelliği de yeşil bir kent olmasıdır. Bunu şu şekilde ifade eder:

İstanbul’da ağaçlar her yerde
“Evin olmadığı yerde, mezar vardır. Dolayısıyla, yeryüzüne yerleşilmiştir hep. Onlarda, ülke çöl gibidir; inşaat yapılan yere ağaç da dikilir. Bizdeyse, Şark ile karşılaştırıldığında ülkemiz bir cennet nerdeyse; inşaat yaptığımızda, ağaçları sökeriz. İstanbul bağlık, La Chaux-de-Fonds taşlık bir yer.”
Bunların yanında camileri de oldukça yakından gözlemleyen Le Corbusier müslüman evlerinin ahşap; ancak buna karşılık olarak ibadethanelerinin taştan yapılmış olduğuna dikkat çeker. Ona göre bu insanın geçiciliğini ancak ilahi olanın da sonsuzluğunu gösterir. Mimara göre bir camiinin en dikkat çekici kısmı da göğe doğru uzanan kubbesidir. Bunların dışında Le Corbusier kahvehanelere gitmiş, oradaki insanları gözlemlemiş, İstanbul’un çarşılarında vakit geçirmiştir. Çarşıları oldukça hızlı, telaşlı ve hareketli bulmuştur. Bu noktada şehrin ruhundan farklı bir dünya vardır çarşılarda. Ayrıca esnafın müşterileri kandırdığını ve malı satmak için yalanlar söylediğini kaydeder notlarına. Bütün bunlara rağmen Le Corbusier için İstanbul insanıyla ve mimarisi ile hafızasında çok ayrı bir yer edinmiştir.

İstanbul: Müezzinler, Nargileler ve Sakin Mezarlar
Bundandır ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda şehrin sert müdehalelerle modernleştirilme yoluna gidildiği dönemde ünlü mimar Atatürk’e bir mektup yazar. Bu mektupta şehri hiçbir karşılık talep etmeksizin modernleştireceğini ve şehir hakkındaki projeleri olduğunu bahseder, ancak bu isteği karşılıksız kalır. Onun yerine bir başka mimar Henri Prost bu vazifeyi devralır. Le Corbusier de çok istediği bu işi alamaz.
İstanbul, Doğu’nun ne başladığı ne de bittiği şehirdir; içinde barındırdığı bir sürü farklı yapıları, insanları, sokakları, iki kıtada birden varolması ile başka hiçbir şehri andırmaz. İstanbul’un her farklı kültürden ziyaretçisi için sunduğu farklı bir özelliği vardır. Bu açılardan şehir birçok yönüyle benzersiz bir kenttir. Ancak şehrin her daim değişmesi sebebi ile bir kent belleğine sahip olamadığı da bir gerçektir. Dolayısıyla her neslin hatırladığı İstanbul imajı da birbirinden farklıdır ve bundan sonra da farklı olacaktır.
Kaynakça:
- Faydalı Seyahat, Celine Symbiosis Blog’u, https://celinesymbiosis.blogspot.com/2018/08/faydal-seyahat.html, Ağustos 12, 2018. (Dijital Erişim Tarihi: Ocak 12, 2021)
- Zeynep Çelik, “Le Corbusier, Orientalism, Colonialism”, Assemblage , Apr., 1992, No. 17 (Apr., 1992), pp. 58-77
- Armando Rabaça, Le Corbusier, The City and the Modern Utopia of Dwelling”, Journal of Architecture and Urbanism, 2016 Volume 40(2): 110–120, 22 April 2016
- Mustafa Kömürcüoğlu, “Le Corbusier’i Bilir Misiniz?”, İnsan ve Toplum Dergisi, Eylül 2016, ss. 127-132
Yorumlar